İlhan Tekeli: 15 Temmuzda Ne Oldu?
- İlhan Tekeli
- Apr 14, 2017
- 14 min read

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi Sonrasında, İzmir'de gerçekleşen “Demokrasi ve İzmir” konuşmasının transkripti olan bu yazı Tekeli'nin Academia sayfasından alınmıştır.
15 Temmuz’da Türkiye büyük bir tehlikenin eşiğinden döndü.
Ne oldu? Türkiye’de ortaya çıkmış adı Fethullahçılar olan bir dini cemaat var. Adı başka da olabilirdi. Türkiye’de başka cemaatler de var. Fethullahçılar, normal bir cemaat olarak gelişirken, dönüşerek uluslararası bir aktör haline geldi ve büyük gayrimenkuller kontrol ederek iktidar talebini ortaya koyan ve darbe yapma girişimi içine girebilen bir örgüt haline dönüştü. Bu darbe girişimini gerçekleştirdi.
Tabii bu bir suç. Devlet de bu örgütün temizlenmesini suçluların cezalandırılmasını sağlayacak operasyonlar içine girmiş bulunuyor. Benim gibi plancılar için bu yaklaşım tatmin edici değil. Eksik. Fethullahçılara cemaatler arasından çıkmış tek bir kötü örnek olarak bakmak yerine, bu örneği ortaya çıkaran koşulların nasıl ortadan kaldırılacağını tartışabilmemiz, konuşabilmemiz gerekiyor.
Bu konuda İki temel soru sorulabilir.
Birisi, Türkiye’nin siyaset yapma biçimi ve ekonomi politikalarının cemaatlerin yeşermesine neden ve nasıl olanak verdiğidir. Diyelim ki FETÖ’yü temizlediniz, diğerleri duruyor. Artık hiçbir riskin kalmadığını söyleyebilir misiniz?
İkincisi, bu cemaatler hangi tür siyasi ilişkiler içinde iktidar talebi olan bir siyasi örgüte dönüşmektedir sorusudur. Geçen gün televizyonda izliyordum, mevcut iktidarın yanından konuşanların özellikle bu sorunun sorulmasını engellemeye çalıştıklarını gözledim. Bunu sağlamak için “bu cemaat olmaktan çıkmış, örgüt haline gelmiştir diyorlar. Böyle bir savunmaya girişenlere sormak gerekiyor. Kardeşim bu cemaat örgüte nasıl dönüştü? Siyasetin/ iktidarın bu dönüşümde hiçbir katkısı yok mu? Bu soruları yanıtlayamazsak siyaset yapma biçiminde gerekli olan bir zihniyet dönüşümünü sağlayamayız. Bizim dikkatimizi siyasetimizin yapısına ve ekonomimizin siyasetle ilişkisine çevirmemiz gerekiyor.
Çözümlemeye Büyük Resmi Çizmekten Başlayalım
Eskiden siyasetçiler genellikle çözümlemelerine büyük resmi çizerek başlardı. Büyük resmi çizmenin ustalarından biri rahmetli Necdet Uğur’du. Ben büyük resim çizme alışkanlığını ondan öğrenerek edindim. Necdet Beyi saygıyla andıktan sonra FETÖ olgusunun içine oturtulacağı büyük resmi çizmeye başlayalım. Böyle bir resim nasıl çizilebilir, bu olgu bu resmin içine nasıl oturtulabilir? Aslında bu büyük resmin iki yüz yıllık bir derinliği var ve bütün Ortadoğu coğrafyasını kapsıyor. Büyük resimdeki dönüşüm 1820-1830’da bir ucunda Mısır’da Muhammed Ali’nin, diğer ucunda İstanbul’da İkinci Mahmut’un başlattığı merkezi modernizasyon hareketleri bulunuyor. Ortadoğuyu iki merkezden dönüştürme çabasına girişiyorlar.
Bu modernizasyon hareketi iki yüz yıl içinde –tabi bunların ayrıntısına girersek başa çıkamayız- iktidarın meşruiyetinin kaynağını ilahi olmaktan çıkartarak aşama, aşama halkın desteğine indirmeye çalışan bir süreci başlatıyorlar. Yavaş da olsa modern teknoloji geliyor. Kapitalist ilişkiler yerleşiyor. Modern bürokrasi ve eğitim kurumları ortaya çıkıyor. Bu dönüşümün Kuzey Atlantik kıyılarında, -İngiltere’si, Fransa’sı, Hollanda’sı- oluşan inovatif bir sistem var ve bu sistem oradan yayılarak bütün Dünyayı dönüştürüyor. Ama o odak, Ortadoğu’ya o kadar uzak ki, Ortadoğu’ya geldiğinde etkisi azalıyor ve yaratabildiği dönüşüm yavaşlıyor. Bu dönüştürücü güç yavaşlayınca bu dönüşümden kaybeden kesimler, bunun karşısında bir direniş göstermeye başlıyorlar. Bu direniş değişik yerlerde, değişik biçimlerde ortaya çıkan İslamcı hareketler halinde yaşanıyor. Demek ki modernleşmeci iktidarlarla ona direnen İslamcı hareketler arasında bir siyasi mücadele iki yüzyıldır sürüyor. Büyük resmin merkezinde bu var.
Eğer böyle bir genel resimden yola çıkarsak FETÖ olayının salt Türkiye’ye özgü olmadığını İslamcı hareketlerin stratejileri içinde bir yeri bulunduğunu fark etmeye başlarız. Bu tür stratejiler bu coğrafyada çeşitli yerlerde değişik zamanlarda üretilmişlerdir. Bunu ilk dile getiren, 1928’de Müslüman Kardeşler Hareketini kuran Hasan El Benna olmuştur. Hasan El Benna’nın stratejisi ılımlı İslam ve bir tür paralel yapılanmadır. Bu stratejiye göre ne yapılır? Kendi dayanışma ağlarınızı kurarsınız, kendi okullarınızı açarsınız, kendi hastanelerinizi işletmeye başlarsınız, devlet yapısında kadrolaşırsınız. Yine Müslüman Kardeşler Hareketi içinde 1950’li yıllarda yeni bir isim görülmeye başlar. Seyyit Kutup. Adını duymuşsunuzdur. Seyyit Kutup bir alternatif strateji öneriyor. Bu devrimci bir stratejidir. Soğuk harp dönemidir. Solun dünyadaki prestiji çok yüksektir. Bu tarih anlatımını daha da uzatmayacağım.
Kısaca Türkiye’ye bakalım. Bu büyük coğrafyanın bir parçası olan Türkiye’de de İslami hareketler değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Türkiye’de de tek parti döneminde İslamcı bir direniş vardır, zaman zaman isyancı bir karakter kazanmıştır, ama temelde gizlidir ve yer altındadır. Türkiye’de çok partili rejime geçilmesiyle birlikte bunlar tarikatler ve cemaatler halinde yer üstüne çıkarak yaygınlaşmışlardır. Birçok örnek sayabilirim. Nurcular var, Süleymancılar var, İskender Paşa Dergâhı var, Mezilciler var vb.leri var. Burada çok eski tarihlerden gelen tarikatlerin isimlerini saymadım. Saydığım isimlere bakarsanız, onlardan çok sonraları yeni koşullar içinde gelişmiş, yoğun siyasi talepleri bulunan cemaatler olduğunu fark edersiniz.
Cemaatler Dinsel- Siyasal Yapılar Olarak Gelişiyor
Cemaatlere baktığımızda belirli bir yapıları olduğu görülmektedir. Her cemaatin bir mürşidi oluyor. Fethullahçıların hoca efendi örneğinde olduğu gibi. Bu herhangi bir adam olamaz. Onun kutsal olarak görülen bir adam olması lazım. Bir hikâye oluşturularak ona kutsallık atfediyorsunuz. Bu kişinin etrafında bir efsane oluşturuluyor. Sonunda cemaatin etkisi yayılıyor, örgütlenmesi yayılıyor, para topluyor, güç topluyorlar. Hemen hemen hepsi kendilerine ilahi bir görev tanımlıyorlar; daha İslam olanı yaratmak, doğru İslam’ı uygulamak, İslam’a hizmet etmek gibi misyonlar icat ediyorlar ve bu görevlere dayanarak faaliyetlerinin meşruiyetlerini kuruyorlar. İlginçtir, önder ölünce, mürşit ölünce, genellikle bu hareketler parçalanıyor. Cemaat hiyerarşisi içinde daha alttaki bir kişi mürşit durumuna geçemiyor. Sebebi var. Sebebi; mürşidi kutsal olarak inşa ettiğiniz için, kutsallığı vekiline veremiyorsunuz. O kutsallığın bir başkası üzerinde yeniden inşası gerekiyor. Nurcular ölüyor, Fetullahçılar çıkıyor, böyle bir şey.
Cemaatlerin Yayılmasının Hızlanması Özal Dönemi Sonrasında Gerçekleşti
Türkiye’de cemaatlerin güçlenmesinin hızlanması 1980 sonrasında, Özal döneminde oldu.. Daha önceden de vardılar. Hepimiz biliyoruz. Aslında burada ilginç bir çelişki var. Özal’ın uyguladığı neoliberalist bir ekonomik politika var. Bu ekonomik politika bireyi, bireyin özgürlüğünü ön plana alıyor. Düşünülebilir ki, böyle bir yaklaşım içinde cemaatçiliğin yeri yoktur. Bireyselliğe önem veriliyorsa, cemaatçiliğin yeterli ortam bulamaması gerekir. Oysa bu politikanın uygulandığı yıllarda Türkiye koşullarında cemaatçilik yeşermiş, kök salmıştır. Bu tür bir ekonomi politikası uygulanırken, siyasette kayırmacı, popülist bir pratiğin hakimiyetinin cemaatlerin güçlenmesi için uygun bir ortam yarattığı ortaya çıkmıştır. Aslında burada çok ilginç bir şey ortaya çıkıyor. Gerçekte İslamcı cemaatin talepleri çok iddialı değildir. Mütevazidir. İslamcı cemaatin mütevazi talepleri Özal’ın politikasıyla önemli ölçüde şekil değiştirmiştir. Müslümanlar içinden bir burjuvazi yaratılmak ve Müslümanlar için yeni tüketim kalıpları oluşturma yoluna gidilmiştir. Müslüman halkı kapitalizme dahil etme stratejisi, cemaatlerin mali güç ve iktidar talep etme güdülerini de yükseltmiştir.
Cemaatler dinsel açıdan saygınlık kazanmak kadar da mali güç elde etme arayışına girdiler. Böyle bir ortam içinde cemaatlerin iktidar talepleri kolayca yeşerebilmiştir. Aslında Türkiye’de İslamcı hareket içinde siyasal iktidar talebini en açık olarak ifade eden kişi Necmettin Erbakan olmuştur. MSP muhalefetteyken kurulan koalisyon hükümetleri içinde yer alarak, devlette kadrolaşmayı başlatmıştır. Hatta Başbakanlığa gelmeyi başarmıştır. 28 Şubat 1997 postmodern darbesi, bir yandan (Refah Partisi) RP. çizgisinin iktidarının sonlanmasına, öte yandan Anayasa Mahkemesi kararıyla RP’nin kapatılmasına yol açınca. Refah Partisinin kadroları arasında bir yol ayrımına gelindi. Bir kısım RP’li Fazilet Partisini kurarak eski çizgilerini yeniden üretmek arayışına girdi. Diğer bir kesimi ise Adalet ve Kalkınma Partisini kurdu. Yeni partiyi kuranlar değiştik diyerek RP’den daha geniş bir mufazakar kitleden oy almayı başararak tek başlarına iktidara geldiler. AKP’nin bu başarısında seçim öncesi Türkiye’de oluşmuş çok sayıda cemaat arasında bir koalisyon oluşturmayı başarabilmiş olmasının payı yüksektir. AKP’nin bu şekilde iktidara gelmesi Fethullahçılar için önemli bir fırsat yarattı. Onlar bu fırsatı iyi kullandılar. Eğer Fetullahçılar kendilerinin söyledikleri gibi bir hizmet hareketi olmakla yetinselerdi, açıkça bir iktidar talebi ortaya koymasalardı AKP’yle gül gibi geçinip gidecektiler. Ama bazı eylemleriyle İktidar taleplerini açık hale getirdiler. Biliyorsunuz bunun ilk işareti 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan Olayıyla verildi. 17-25 Aralık 2014’teki girişimleriyle iktidar taleplerini iyice açığa çıkarmış oldular. Bu noktadan sonra da iktidarın FETO’cuları tasfiye etme girişimleri başladı.
Aslında çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Olup bitenler, bizi İslamcı hareketlerin Türkiye’de Din, Demokrasi ve Siyaset ilişkisinin nasıl kurulması gerektiğini sorgulama noktasına getirdi. Cumhuriyetin kuruluş döneminde bu soruya laiklik tanımı içinde verilen bir yanıt vardı. Laiklik; Din ve devlet işlerinin ayrılması, Dinin özel alana ilişkin olması, Kamu alanında dinin görünürlüğünün yüksek olmaması, devlet kadrolarının oluşmasında liyakat ölçütünün esas alınması, din esaslı bir kayırmacılığa yol açılmaması diye tanımlanmıştı.
Türkiye’de siyasi İslami hareketler laikliğin bu içeriğini boşaltmak için sürekli mücadele vermişlerdir. AKP’de bu mücadeleye daha çok başörtüsü üzerinden katıldı. Başörtüsünün kamu alanındaki görünürlüğünü sağlamak için insan haklarıyla temellendiren bir mücadeleye girdi. Sonunda laikliği dini özel alana özgü olmaktan çıkararak kamu alanında da etkili olmasını sağlayan, bir din serbestliği anlayışına indirgenmiş oldu.
Bu darbe girişiminden sonra laikliğin yeni tanımının yeterliliğini yeniden sorgulama noktasına gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’nin din devlet ilişkisini yeniden tanımlama noktasına geldiğini düşünüyorum. Kanımca bu görev öncelikle iktidara düşmektedir. Bu noktaya gelinmesini isteyenler, bunun da özeleştirisini yapma göreviyle karşı karşıyadırlar.
Biraz da Darbe Girişimi ve Darbe Girişimi Sonrasında Yapılanlar Üzerinde Konuşalım
Darbe girişimin hemen sonrasında, bu darbenin ciddiyeti sorgulandı. Ciddi bir tehdit oluşturmadığı iddia edildi. Ama anlaşıldı ki bu çok ciddi bir darbe girişimiydi. Çok yüksek bir tehdit içeriyordu. Başarısız olmasında, kanımca konjonktürün uygun olmayışı önemli bir rol oynamıştır. Bir başka bakış açısıyla darbe planının kötü yapıldığı da söylenebilir. Kanımca FETÖ örgütünün bir darbe projesi vardır, yapılacak ilk Yüksek Askeri Şura toplantısında FETÖ’cü askerleri temizleyecek kararların alınacağının sızmış olması, FETÖ’cüleri hazır olmadıkları bir darbe girişimini yapmaya itmiştir. Darbe yapanların her zaman doğru karar vermesi beklenemez, bazen de yanlış karar verirler. “Bu da yanlış bir karardır” diyebilirsiniz.
Ama bir başka durum saptaması daha yapmamız gerekiyor. Açıkça görülüyor ki, Türkiye darbeyi halkın desteğiyle olumlu bir hikâyesi olacak şekilde bastırdıktan sonra, dış dünyadan yeterli destek bulmadı. Bu üzerinde düşünülmesi ve yorumlanması gereken bir durumdur. Ama bunu basının bir kısmının yaptığı gibi Dünyanın önde gelen devletlerinin darbeyi destekledikleri şeklinde yorumlamıyorum. Mevcut yönetimin dış ilişkilerinde izlediği siyaset yapma biçiminin kendisini yalnızlaştırması olarak yorumlamak daha doğru olur diye düşünüyorum.
Şimdi ele alacağım ikinci konu, darbe sonrasında iktidarın tutumu ve çözüm olarak uyguladığı yaklaşımları yorumlamak olacak.
Darbe girişimi sonrasında Hükümetin aldığı kararlar ve yaptığı uygulamaların konumuz bakımından dört madde içinde toplanabileceğini düşünüyorum. Bunların;
Birincisini devlet kadroları içinden FETÖ’cüleri temizleme, mali kaynaklarını kurutma operasyonu,
İkincisini darbeye karşı halkın katılarak gösterdiği desteği, ülkenin her yanına yayılan mitinglerle uzun süre canlı tutan bir kampanyanın yürütülmesi,
Üçüncünü yeni darbelerin oluşmasını engelleyecek biçimde orduda ve okullarda yeniden yapılanmaya gitmek,
Dördüncüsünü Türkiye’de siyasal gerilimi düşürerek demokrasi konusunda bir uzlaşı geliştirme arayışına girmek,
diye sıralanabilir. Şimdi sormamız gereken soru bu önlemlerin yeterli olup olmadığıdır.
Uzun süre ülkeyi yönetmiş, darbe yapma gücünü elde etmiş bir cemaatin oluşmasını fark edememiş bir yönetim ülkede çok riskli bir darbe girişimi gerçekleşmişse ne yapmalıdır diye bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu iktidar özür dilerim diyerek, bu dört önlemi alarak yoluna devam edebilir mi? Bu konuda var olan iktidarın önünde iki yol olduğu söylenebilir.
Bunlardan birincisi, özür dileyerek, siyasal desteğine güvenerek, suçluları cezalandırarak yoluna devam etmektir.
İkincisi ise özürle yetinmeyerek, bir özeleştiri de yaparak, bu tür yanlışlıkların yapılmayacağı yeni bir yönetim biçiminin sözünü vermek ve yeni bir yola girmektir.
Yol sapağını gördükten sonra, şimdi bu dörtlü paketin bizi hangi yola soktuğunu sorabiliriz. Bu nedenle bu dörtlü paketi irdelerken soracağım, bu var olanın sürdürülmesi paketi midir, yoksa bir yeni demokrasi arayışı paketi midir? Şimdi önce bu dörtlü paketi biraz deşmek istiyorum. Bu deşme işlemi sırasında da önümüzdeki dönemde yaşayacağımız problemlere de ışık tutabilirim diye düşünüyorum.
Paketin birinci maddesinde hakim olan bir metafor var. Devletten ya da ekonomiden FETÖ’cüleri temizleyelim deniliyor. İlk bakışta bu metaforda halkın eğilimlerine uygun düşen bir yan var, “temizleyeceğiz, kurtulacağız” sanıyoruz. Post modern dünyada politikaları çoğu kez seçilen metaforlar yönlendiriyor. Bir metaforun arkasına takıldınız mı onun girdabından kurtulamıyorsunuz. Temizleme böyle bir metafor. Kanser olursa kanser hücresini kesip atarsınız kurtulursunuz. Temizlenmiş olursunuz. Ama temizlediğiniz vatandaşlarınız olursa vatandaşlarınızı atabilir misiniz? Bu nedenle temizlik metaforunun vatandaşlar konusunda kullanılmasının uygun olmadığını düşünüyorum. Kanserli hücreden temizleme metaforunu kullandığınızda, derinden bir temizlemeye girişiyorsunuz. Böyle bir temizliğin adil olması olanaklı değil, topluma yayılıyor, büyük rahatsızlıklara neden oluyor. Dediğimi daha iyi anlatabilmek için size, başka bir metafor önereyim. Halkımızın çok sık kullandığı yılanın başını kopartmak metaforu kullanılsaydı sonuçları farklı olurdu. Sorunun çözümü için yapılan operasyonların çapı çok küçülürdü, toplumda yarattığı rahatsızlık azalırdı. Bakınız seçtiğiniz metaforun değişmesine paralel olarak Türkiye’de halkın katlandığı acı, taşıdığı yük değişiyor.
Şimdi bir üçüncü bir metafor önerebilirim. Vatandaşını zararlı olandan kurtarma metaforu. Hükümet vatandaşlarını Fetullah’ın kandırmalarından kurtarma metaforunu da önerebilirdi. Eğer siz vatandaşlarınızın kandırıldığını düşünüyorsanız, onlarla ilişkinizi onları cezalandırmak üzerinden mi yoksa onları sistemin içine almanın yolunu bulmak üzerinden mi kurmaya çalışırsınız. Şöyle bir şey sorabilirim. Niye bir iktidar insanlara rejimin sınırlarına dönme kapılarını kapalı tutar? Bunun makul bir savunusu yapılamaz. Kendileri hata yaptıklarında, iktidarlarını sürdürmek için özür dilemeyi yeterli bulanlar, başkalarının yaptıkları hatalardan geri dönüşlerin yolunu kapamada kendilerini haklı bulmaları kolay olmayacaktır.
Şimdi paketin ikinci konusuna, halkın büyük mitinglerle mobilizasyonu konusuna gelelim. Ben, darbe sırasında Recep Tayip Erdoğan’ın halkın mobilizasyonunun sağlamasını çok önemli ve yaratıcı buluyorum. Bu çok önemliydi. Türk halkının demokrasi inancı darbeyle test edildi ve bu sınavı geçti. Ama bu mobilizasyonun mitingler yoluyla bir ayı aşan bir süre tüm Türkiye’ye yaygınlaştırılmasının demokrasi inancının içeriğinin geliştirilmesine olumlu bir katkısı olacağını düşünmüyorum. Aslında mitingler ne kadar görkemli olsa da, onlara ne kadar sembolik anlamlar yüklense de, demokrasi düşüncesinin zenginleştirilmesi için uygun faaliyet formu değildir.
Eğer siz halkın, düşünerek aralarında konuşarak, demokrasi düşüncesini geliştirmek arayışında iseniz mitingler bunun için uygun faaliyet biçimleri değildir. Mitingler var olana sadakatin sürdürülmesinin toplumsal hareketidir. Bu da dörtlü paketin var olanın sürdürülmesine yönelmiş olmasının bir göstergesi olarak görülebilir. Burada hemen mitingin alternatifinin ne olabileceği gösterme için bir atıf yapayım. Gezi de toplumsal bir eylemdi ama gezi yeni bir düşünce, yeni bir farklılık üretilen bir yerdi.
Şimdi paketin üçüncü ögesine geleceğim. “Öyle bir düzenleme yapalım ki darbe olmasın,”deniliyor. Muhatabı belli, orduyu düzenliyoruz. Tüm darbelerin ordu tarafından yapıldığı varsayılıyor. Peki, son darbeyi ordu mu yaptı? FETÖ’cüler yaptı diyoruz. Bu girişim ordunun emir komuta zinciri içinde değil, FETÖ’cülerin emir komuta zinciri içinde yapıldı. O halde yapılması gereken ordunun yeniden düzenlenmesi değil, sistemin cemaatler üreterek, cemaatlerin siyasi ilişkiler içinde azmanlaşarak iktidar talebi içerir hale gelmesini engellemektir. Bu konuda yapılan hiçbir şey yok.
Bu dörtlü paketin dördüncüsü önemli bir konu. Partiler arası ilişkileri yumuşatarak, gerilimi düşürdükten sonra Türkiye’nin bir uzlaşı anayasası yapabilmesinin yolunu açabilmek. Bugün böyle şeyler konuşuluyor. Ama ben çok umutlu olamıyorum. Umutlu olamamamın nedeni bugünkü iktidarın tarihi. O tarihi içinde böyle bir uzlaşma için umut yaratacak başarılar yok. İktidar özür dilemek yerine bir özeleştiri yapıp “ben şunu şunu yaptığım için bu sonuç doğdu ve bundan sonra ben bu konudaki zihniyetimi değiştirip şöyle yapacağım,”deseydi o zaman büyük bir heyecan doğardı. Ben de umutlu olurdum, Türkiye de, bütün dış Dünya da umutlu olurdu.
Türkiye İçin Bir Demokrasi Problematiği
Türkiye’de biz nasıl, daha ileri bir demokrasi arayışına yönelebiliriz? Ötekileştirici bir siyaset pratiği, sadakate dayalı bir oy verme davranışı, araçsal bir demokrasi anlayışına dayandırılan bir çoğunluk sultası ve buna oturtulmuş bir diktatöryel yetki arayışının Türkiye’ye demokrasi diye kabul ettirilememesi gerekir. Aslında biz bu konuda yalanla yaşatılıyoruz. Böyle özellikleri olan bir şeyi demokrasi olarak kabul etmemiz isteniyor. Tabii biz demokrasi istiyoruz ama demokrasimizin içeriğini halk olarak konuşup doldurmadığımız için, demokrasi konusunda yalanla yaşatılabiliyoruz. Acaba biz ne tür bir konuşma biçimi geliştirmeliyiz ki üzerinde toplum olarak uzlaştığımız bir demokrasi içeriği üretebilelim. Biz darbe girişimi olduğu zaman nasıl sokaklara dökülüyorsak, demokrasi konusunda da yalanla yaşatılmak istediğimiz zaman da sokaklara dökülebilelim.
Aslında bizim konuşma biçimlerimizin yetersizliğini göstermek için bir örnek vermeye çalışacağım. Biliyorsunuz siyasetçilerimizin çok yaygın olarak kullandığı bir sözcük var. Ortak akıl. İnsanların konuşarak ortak akıl üretmeleri bekleniyor. Ama, acaba bizim konuşma biçimlerimiz ortak akıl üretmeye müsait mi? Diyelim ki akşam bir evde dostlar bir araya geldi, ya da televizyon programlarında insanlar bir araya gelerek konuşuyorlar. Acaba bu konuşmalar bir ortak akıl üretmeye uygun mu? Televizyonda insanları, iki gruba ayırarak karşı karşıya diziyorlar. Yerleri, ne diyecekleri başlangıçtan belli, bunlar ele aldıkları sorunun çözümü için bir şey konuşmuyorlar. Kendi taraftarlıklarını yeniden üretmek için daha önce söylenmiş argümanları birbirlerine karşı sürekli tekrarlıyorlar. Bunun içinde bir düşünce öğesi yok. Biz konuşuyoruz ama ortak akıl üretemiyoruz. Çünkü düşünmüyoruz. Yaptığımız üstünde düşünüp, o düşündüğümüzü konuşarak herkesin kabul edeceği hale getiremiyoruz. Aslında, biz boşa konuşuyoruz. İçinde akıl olmayan konuşma boş konuşmadır. Vakit ziyanıdır. Siyaset boş konuşmalar alanı haline dönüyor.
Bizim öncelikle kabul etmemiz gereken bir sorun var. O da bizim bir demokrasi sorunumuz olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ama bu demokrasi sorununu yalnız Türkiye’ye özgü değil. Biz iki düzeyde demokrasi sorunu yaşıyoruz. Yaşadığımız bütün olayların altında ben iki farklı düzeyde demokrasi sorunu görüyorum.
Bunlardan birisi Dünya düzeyinde; Dünya yönetilemiyor. Bu küresel Dünya Birleşmiş Milletler sistemi artı ulus devletlerden meydana gelen bir mekanizmayla yönetilemez. İşte Suriye. Bilmem kaç yıl olmuş Dünya daha ne yapacağına karar veremiyor. Böyle bir Dünya yönetim sistemi olabilir mi? Bize bu Dünya siteminin yetersizliğini bile tartıştırmıyorlar.
Hâlbuki yanıtı belli…
İkinci sorumuzu Türkiye’ye yöneltebiliriz. Türkiye’nin demokrasi problemi var. Önce bu sorunu tanımamız gerekiyor. Türkiye’nin daha kaliteli bir demokrasi projesini geliştirebilmesi için kendine sorduğu soruyu değiştirmesi gerekiyor. Türkiye’de seçmenlerin kendine sorduğu, önümüzdeki seçim de kime oy vermem iyi olur sorusudur. Oysa insanların gerçekte karşı karşıya kaldıkları daha temel bir soru vardır. Bu da niye hiçbir parti beni tatmin etmiyor sorusudur. Bu soruyu sorduğumuzda demokrasinin içeriğini başka bir deyişle siyasi kültürümüzü nasıl geliştirebileceğimiz konusunda bir arayışa girişmiş oluyoruz.
Eğer demokrasimizin içeriğini konuşarak geliştireceksek, konuşma gündemimiz içinde yer almasında yarar gördüğüm on konu üzerinde duracağım.
1-Demokrasi bir araç mıdır yoksa gerçekleştirilmesi gereken bir amaç mıdır? Bizde demokrasi 1946’dan beri iktidara gelmek için bir araç olarak görülmüştür. Demokrasi bir araç olarak görülürse, içeriğinin geliştirilmesi için bir neden bulunamaz. Oysa demokrasi onurlu yaşam hakkının olmazsa olmaz koşuludur, bir amaçtır. Eğer demokrasiye bakış açınızda araçsallık hakimse, konuşmalarınız siyaset dedikodusu içinde hapis kalır.
2-Uzun erimli amaçlarımız üzerinde uzlaşmamış bir toplumda kararlı bir demokrasi rejimi kurulamaz. Bu rejim sürekli darbeler üretir. Türkiye darbeler tarihi bu uzun erimli uzlaşmanın kurulamamış olmasının sonucudur. Türkiye’de Cumhuriyet projesi ile demokrasi projesinin uzlaşmasını sağlayamadığımız için sürekli olarak darbeler üretilmiştir. 60,71,80 ve 97 darbelerinin hepsinin dünyada diğer ülkelerde olan darbelerden farklı olduğunu görürüz. Dünyada darbeleri yapanlar iktidara gelip gitmemek için yapmışlardır. Türkiye’de ise darbeleri yapanlar demokrasi içinde Cumhuriyet projesinden uzaklaşıldığı gerekçesini kullanmışlardır. Ulaşmaya çalıştıkları çözüm, Cumhuriyet projesiyle çelişmeyecek bir demokrasi işleyişi tasarlayabilmektir. Bu tür yeniden düzenlemeleri yaptıktan sonra demokrasiye dönmüşlerdir. Ama bu girişimlerin hepsinde de başarısız olunmuştur. Çünkü böyle bir problemin çözümü yoktur. Demokrasimizin kalitesini geliştirebilmemiz için yaşanan bu çelişki üzerinde soğuk kanlı bir konuşmayı becerebilmemiz gerekir.
3-Küresel bir Dünyada Türkiye siyasetinde oldukça yaygın olan Türkün Türklerden başka dostu yoktur saptamasıyla dile getirilen, tam bağımsız ülke olma özlemiyle ifade edilen, temelde yabancı düşmanlığını esas alan bir siyaset yapma biçimiyle ne kadar saygın bir ülke, ne kadar saygın bir siyasetçi olunabilir. Türkiye’de bu bakış açısını tartışmamız gerekir. Kendi başarısızlıklarımızı, dış düşmanlara yükleme kolaycılığının, ülkeye maliyetiyle yüzleşebilmemiz gerekir. Eğer buradaki sorunu kavrayamazsak darbe girişiminden sonra olduğu gibi yalnız kalırız.
4-İktidar anlayışımızı yeniden tanımlamalıyız. İktidar ele geçirilen bir şey değildir. İktidar olmak, ele geçirildiği anda var olan yetkileri baskıcı şekilde kullanılarak gerçekleştirilemez. Günümüzde iktidar olmak, sorunlar üstünde ortak akılı kullanarak, uzlaşma oluşturarak, oydaşma yaratarak sağlanan bir şeydir. Ne kadar çok oydaşma yaratırsanız, o kadar iktidar oldunuz demektir. Başkaları sizin iktidar olduğunuzu fark etmeden işlerinizi yürütürsünüz. Fark etmediği için de kimse yakınmaz. Ancak bu durumda insan onuruna yaraşan bir yönetişim gerçekleşmiş oluyor.
5- Siyaset yapma biçimimizi yeniden tartışmaya başlamalıyız. Araçsal demokrasi pasif yurttaş varsayımına dayandırılmıştır. Pasif yurttaş varsayımı temelde insan onuruyla bağdaşmamaktadır. Günümüzün insan onuruna saygılı demokrasisi ancak aktif yurttaş yaratılarak sağlanabilir. Ancak bu durumda siyaset bir iktidar yapısı içinde bir yer kapmak için değil, toplumda yeni bir iç dinamiği başlatabilmenin yarattığı coşkuyu bölüşebilmek için yapılır hale gelecektir.
6- Günümüzde siyaset sorunları çözenden çok sorunları biriktiren bir yapıdadır. Türkiye sorunlarını biriktiren değil çözen bir siyaseti nasıl kuracağını konuşmaya başlamalıdır. Günümüz siyasetinin ötekileştirici dili içinde bunu başarmak olanaklı değildir. Yeni bir konuşma biçimi geliştirilmelidir. Özneller arasının oluşumunu genişleten bir konuşma biçiminin, bunun gerektirdiği türde bir dil kullanımını geliştirmemiz gerekir. Siyaset yapma biçimimizi ve kullandığımız dili tartışıp yeniden kurgulamamız gerekir.
7-Türkiye’nin yeni demokrasi projesini Kürtleri dışlayarak değil onları katarak birlikte geliştirmeyi başarabilmelidir. Mademki yeni bir demokrasi projesi arıyoruz niye hep beraber aramıyoruz? Biz uzlaşalım onlar sonra katılsın denilemez. Çözüm için bir uzlaşma yolunun bulunması gerekir. Eğer Kürt hareketine ayrılıkçı bir hareket olarak bakarsak uzlaşı sağlanamaz. Ama Kürtleri var olan demokrasinin doyuramadığı gruplar olarak görürsek durum değişir. O zaman sorun birlikte geliştirilecek bir demokrasi arayışına dönüşür. Bu çözülebilir bir sorundur. Aslında bu sorunun yanıtını Avrupa Birliği anayasasında çok kademeli yönetişim diye bulmuş durumda. Bu hem Kürtlerin hem Türklerin talebini karşılayacak demokratik bir çözümdür. Ama bunu siyasi gündemimize almıyoruz. Üzerinde konuşmuyoruz.
8- Türkiye’nin din devlet ilişkisi konusunu yeni bir siyaset diliyle konuşma olanağını bulabilmemiz gerekir. Türkiye’de modernler ve İslamcılar arasındaki ilişkinin dışlayıcılıktan kurtarılabilmesi gerekiyor. Bunun yolu dayatmacılığa ilişkin taktik arayışlarından değil, birlikte konuşabilmekten müzakere edebilmekten geçiyor.
9- İnsan onuruna saygılı bir demokrasi ancak yerel üzerinden kurulabilir. Merkezden demokrasi kurulamaz. Yerelin demokrasisi kurulduktan sonra merkez bunun üstüne inşa edilebilir. Tabi bu merkez ve yerel tartışmasının çağ dışı bir tartışma olduğunu bilmek gerekir. Biraz önce sözünü ettiğim çok kademeli yönetişim anlayışı bu tartışmayı anlamsız hale getirmiştir. Kamu alanında bu konuları yeni dille konuşarak farkındalığımızı geliştirmemiz gerekiyor.
10- Siyaseti geçmiş üzerinden değil geleceğe yönelmiş olarak yapmak gerekir. Oysa Türkiye’de tarih yazıcılığında, siyasetçilerin tarihi kullanmasında hep geriye dönük bir yaklaşım vardır. O geriye dönük yaklaşımlar hep geride bırakılmış altın çağlara dayanılarak yapılmıştır. İslam tarihinin bir altın çağı vardır, Osmanlının bir altın çağı vardır, Cumhuriyetin bir altın çağı vardır. İdeali geçmişte görmek çıkar bir yol değildir. Zaman ilerleyerek akar. Siz siyasetinizi geçmişe dönük olarak kurguladığınızda uygulamalarınız çözümler değil sorunlar yaratmaya başlar. Gelecek için projeler yaratamayan farklılıklarını geleceğin projeleri üzerinden kuramayan siyasal hareketler farklılıklarını geçmişin yorumu üzerinden yaratmaya çalışmaktadırlar. Ama eğer siz geleceğin projesini üretiyorsanız, hele o projeyi katılımcı ve adil olarak üretmişseniz, bütünleşmeyi ve başarının heyecanını bölüşmeyi proje üstünden üretebilirsiniz. Türkiye siyasal söylemlerini geçmişe dönük olmaktan çıkararak, geleceğe dönük hale getirdikçe başarıya yönelmesi artacaktır.
Konuşmama Son Verirken
Konuşmama son verirken belirtmeliyim ki, Türkiye’nin yaşadığı çok yönlü krizden nasıl çıkacağı ya da çıkması gerektiğini düşünmemiz ve konuşmamız gereken günlerdeyiz. Biz bu krizden bir muktedir yaratarak mı çıkacağız, yoksa bir mükemmel demokrasi projesi yaratarak mı çıkacağız? Bu sorunun cevabını vermek gerekir. Kanımca bu krizden çıkabilmenin tek yolu var. Dünyaya ve kendimize övünçle sunabileceğimiz bir demokrasi projesini içselleştirerek geliştirmeyi başarabilmemiz gerekiyor. Bu proje içinde şiddet kullanmayı içeren tüm çözümleri dışlayan ve bu tür yaklaşımları bir çözüm illüzyonu olarak gören bir anlayış hakim olacak.
İnsanlar “Gezide” olduğu gibi birbirine “evet benden farklısın, evet kendi kimliğin var ama bu birlikte siyaset yapamayacağımız anlamına gelmiyor” diyebilmeli. Bunu diyebilmek için tüm önyargılardan arınmış olmayı gerçekleştirebilmeli. Ancak bu durumda yatay ilişki içinde olan insanlar birbirini duyarlar ve birlikte bir demokrasi projesi geliştirme kapasitesi elde ederler. Tabii insanlar birbirini duymuyorsa bir demokrasi projesi geliştiremeyeceklerdir.





































Comments