Bûka Baranê: Hazinen nerede ise kalbin de oradadır
- Rumeysa Özüyağlı
- Oct 6, 2016
- 2 min read
"Biz kaçak-polis derdik. Yani adı oydu. Sonradan ismini gerilla-polis olarak değiştirdik. Köye baskıların yoğunlaştığı dönemde ortaya böyle bir oyun çıktı. Bazen polisler operasyona çıkardı. Bazen polis gerillayı bazen de gerilla polisi yakalardı. Polis ya da gerilla olmak sıraylaydı, çünkü herkes gerilla olmak isterdi. Gerilla yakaladığında işkence etmezdi 'Niye dağa çıktım, nasıl çıktım?' Üzerine konuşurlar ya da 'Polislik yapmayın, evinizde oturun, gidip bir iş bulun.' derlerdi. Fakat polis gerillayı yakaladığında öyle bir işkence ederdi ki... ısırgan otuyla işkence yapardık. Isırgan otu sürerdik biraz da su dökerdik üstüne. Kaşınırdı yani, bir nevi işkence..."

Bûka Baranê işte bu çocukların hikayesi; nasıl olsa işkence bizi de bulacak, en azından ısırgan otuyla biraz deneyim kazanıp alışsak daha iyi olur diye oyun icat eden çocukların.
Bûka Baranê yağmurun gelini demek; edebiyat dilinin incelikleriyle gökkuşağına verilmiş olan en zarif isim belki de. Belgeseli Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Televizyon bölümünden mezun olan Dilek Gökçin yönetiyor. Gökçin 32. Oberhausen Kısa Film Festivali’nde kısa filmi Yokuş (1986) ile Uluslararası Jüri’nin Birincilik Ödülü’nü kazanmış. Belgeselin yapımcılığını Hafıza Merkezinin eş direktörü Murat Çelikkan üstlenirken; metin yazarlığını ise bizzat "gökkuşağının peşindeki çocuklar"dan biri olan İrfan Aktan yapmış.
1989 yılında Befircan köylü öğrencilerin çektirdikleri bu güzel fotoğrafla başlayan hikaye; fotoğrafın çekilmesinden tam 23 yıl sonra aralarından birinin düğününü vesilesiyle bir araya gelmeleri ve anılarını paylaşmalarıyla devam ediyor. Her biri bin bir engeli aşıp hayata tutunmaya çalışan bu insanlar çocukluk dönemlerinde yaşadıkları ve de hala ızdırabını çektikleri günleri anlatıyor. Röportajlar o kadar doğal ki belgeseli izlerken şirin bir sempati duyuyorsunuz ancak saniyesinde bu sempati gözyaşlarına dönüşüyor çünkü bu insanlar yaşadıkları ve vicdanı olan hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği bu travmatik deneyimlerini sanki bir rüyadan bir hayalden ibaretmiş gibi perdenin gerisinden bakarak anlatıyor.
Hocanın patates mi yoksa domates mi istediği konusunda kararsızlık yaşayıp patateste karar kılan Azad ve İrfan'ın öğretmene patatesi "Hocam, buyurun domates." diyerek uzatmasından tutun, aynı öğretmenin Kürtçe ismi olan çocukların isimlerini uygun bulmayıp Türkçe isimlerle değiştirmesine kadar uzanan geniş yelpazedeki Türkleştirme çabası insanı acı acı gülümsetiyor.
Röportajları izledikçe 90'ların başından sonuna kadar yaşananlar Befircan köyü özelinde bir Kürdistan fotoğrafı çekiyor zihninizde. "Korucu olunacak!...Ol!" baskısı yüzünden Gulort'tan Befircan'a göç etmek zorunda kalan Rıfat'ın babasını görüyoruz.
Amcasının ölü bedenini askerler tuzak ihtimali olan kuyuya yaklaşmasın da uzaktan iple çeksin diye bağlamaya gönderilen "ailenin en küçüğü" Rıfat'ın olay yerinde bulunmaktan duyduğu tüm rahatsızlığı, olayı anlatırken yaşadığı zorluğu, bütün jest ve mimiklerinden anlıyoruz.
Fotoğraftaki her anlatıcının hikayesi ayrı bir açıdan aydınlatıyor izleyeni.
Mermi çekirdekleriyle ıslık çalmanın bir oyun olduğu bu köyde yaşananlar o dönemde Türkiye'de yaşanan insan hakları ihlallerinin sadece minicik bir kısmı elbette. Hafıza Merkezi de 2011 yılında işte bu devlet kaynaklı sistematik ve ağır insan hakları ihlallerinin evrensel standartlarda belgelemesini, insanlığa karşı suç işleyen devlet görevlilerinin yargılandığı davaların belgelenmesi ve takibini, devlet kaynaklı şiddet ve bu şiddetin neden ve sonuçları hakkındaki hakikatlerin toplumun geniş kesimlerine anlatılmasını amaçlayan bir grup avukat, gazeteci ve insan hakları savunucusunun bir araya gelmesiyle kurulmuş bir vakıf.
Bu amaçla kurulan bir vakfın da aynı zamanda belgeselin çekilmesinde önayak olması kimseyi şaşırtmaz her halde.
Galeri























































Comments